28 Eylül 2008 Pazar

Evvel Giden Ahbaba Selam Olsun Erenler...

M.NİHAT MALKOÇ

…Merhum Ahmet Hilmi İmamoğlu Hocamın Aziz Hatırasına…

Anadolu çocuklarının bilindik tedirginliği ve çekingenliğiyle üniversite kapılarında bulduk kendimizi. Henüz ana kucağından ve gönül sıcağından ayrılmışken fırtınalar abandı gönül coğrafyamıza. Sevinçle keder arası bir hissiyatın hamallığını üstlenmişti yorgun bedenim. Ayaklarım bedenime, beynim duygularıma söz geçiremiyorken senin şefkat ikliminde soluklandık. Odandaki karaltılar sevgi ve dostluğun siluetini çiziyordu gönül tuvaline. Gökkuşağı gibi bütün ana ve ara renkleri içinde barındırıyordun. Sadece karanlıklara ve karalıklara kapalıydı yürek kalelerinin kapısı. Sevgi çiçekleri boy atmıştı yürek tarlalarında. Bozkırları bile yeşertmeye muktedirdi tebessüme banılmış bakışların.

Seninle göz göze geldiğimizde, fırtınalar kopmuştu benliğimde, şimşekler çakmıştı beynimde. Kırılan dallarım kımıldayarak hayat belirtisi göstermişti en umarsız zamanımda. Kanayan yarama kapı kapı dolaşarak aradığım merhemdin. ‘Doktor iyi hastanın ayağına gelir’ halk deyişini canlandırıyordu yosun kokulu, küf yeşili zaman. Bakışında bir harikuladelik vardı besbelli. Bu bir ana bakışı kadar sıcak, baba bakışı kadar otoriterdi. Cesaretin, çelikleşen iradenin, kararlılığın, Mevlana’ca hoşgörünün, Yunus’ça bakışın izleri vardı çehrende. Ait olmadığımız bir yerde bize kapılarını açmıştın ardına kadar. Bahçelerinde bin bir özenle büyüttüğün gonca güllerden koklatmıştın bize. Mecnun’un kızgın çöllerde aradığı Leyla, Ferhat’ın uğruna dağları deldiği Şirin, Kerem’in yüreklerini yakan Aslı’ydın benim için.

Irmaklar kadar akışkan, deryalar kadar engin, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibiydi yüreğin. Nice gönüllere kazınmıştı adın. O gönüllerden biri de ben olacaktım belli ki… Ahmet’tin, adın gibi övülmeye değerdin, beğenilmiş bir kuldun, Allah’a şükredendin. Efendimizden almıştın adını. Zira o resul-i kibriyanın gökteki adı Ahmet, yerdeki adı Muhammet’ti. Hilmi’ydi ikinci adın, adın gibi yumuşak huyluydun, Eyüp’çe sabrın vardı tahammülsüzlüğün bir sarmaşık misali gönüllerimizi sardığı bu kokuşmuş zamanda. İsminle müsemmaydın. Müftü olan babandan almıştın Türk-İslam terbiyesini. İmamoğlu soyadı ne de yakışırdı sana. Birbirinden anlamlı adını ve soyadını ne kadar da güzel taşırdın benliğinde.

Karanlıkları kovmak, cehaleti boğmak, sevgi olup yağmak için doğmuştun. Kırık kalplere aşk ve sevgi götüren muhabbet katarıydı kırılgan yüreğin. Köprüydün dünü bugüne, bugünü yarınlara bağlayan. Ortaçağ karanlığını silen tılsımlı silgiydin. Mazlumların güçlü kolu, yolunu kaybetmişlerin yoluydun. Âmâlara göz, sağırlara kulaktın. İçindeki denizlerde devasa gemiler bilgi limanlarına sefer üstüne sefer eylerdi. Ücra köylerde dalgalanan şanlı bayrağın alıydın sen, peteklerimizin balıydın sen, karanlığa küfretmek yerine, çıra olanların emsaliydin sen. Aşk kokardı hecelerin, aydınlıktı gecelerin, müşterekti acıların. Bir mumdun yandıkça etrafı aydınlatan, göklerimizde Süreyya’ydın karanlık gecelerde. Alnın açıktı, başın dikti. Bir nesil geliyordu arkandan. İrfan ordusunun muzaffer komutanıydın. Senin de korku bilmez Serdengeçti’lerin, Genç Osman’ların, Ulubatlı Hasan’ların, Fatih’lerin, Sultan Süleyman’ların, söz sultanı Baki’lerin, Fuzuli’lerin vardı. Peşinde koştuğun ideallerin vardı.

Seni tanıdığım güne selam olsun. Beni sana götüren yollar güllerle dolsun. Yağmurlar yıkasın gönül bahçelerini. Bulutlar gölgelesin yürekleri yangın yerine çeviren kızgın ağustosları. Sıcakların, yerini eylül yağmurlarına bıraktığı zamanda tanıdım seni. Bütün enerjisini gül bahçeleri için seferber eyleyen bir bahçıvandın. İlgiye, bilgiye ve bakıma muhtaç gül bahçelerin vardı senin. En zor zamanlarda bile gönül heybende sakladığın bir tutam umudun vardı senin. Tipi ve boranlarda en güvenli limandın bizler için. Yarınlara ışık saçan bir meşaleydin. Ağrın Dağı’nın tepesinde bembeyaz kar, Karacaoğlan’ın kalbinde yaşattığı yârdın. Arıydın her çiçekten bal alan. Petektin bin bir sabırla ve tahammülle oluşan. Nakıştın Anadolu’yu çağrıştıran, âşıkların dillerinden düşmeyen yanık bir türküydün sen…

Bozkırlarda boy atan, yarınlara programlanmış fidanların vardı senin. Meyveye durmaya hazırlanan ağaçların vardı hazanlara ve hüzünlere rağmen. Tohumların filizlenmişti toprakta, fide olmuştu, boy vermişti, çınarın gölgesinde meyveye durmuştu bazıları. Bütün dillerin anası ve atası sayılan sevgi diliyle konuşurdun sen. Bu dilde ortaya dökerdin bütün hünerlerini. Gönül evlerinin maharetli mimarıydın, kükreyen bir aslandın cehalet karşısında.

Bir tohumda sepet sepet meyvelerin hayalini görürdün sen. Kelimelerdi en büyük silahın. Doğrusunu söylemek gerekirse usta bir silahşordun de. Karakışlarda bahar sıcaklığını yaşatırdın bizlere. Menzili aydınlık ufuklar olan apaydınlık ve düz bir yol açtın bize. Yürüdük uygun adım peşine. Bilgi okyanuslarında devasa gemiler yüzdürdük. En zor zamanlarda yine sendin kılavuz kaptanımız. Atlaslara sığmazdı gönül ülken. Tasalı günlerimizde akan gözyaşlarımızı silen bir mendil olurdun. Korkularımıza sığınaktı sevgi zırhıyla korunan gönül kalen. Başımıza taç, yolunda yürüdüğümüz amaç, yaralı gönüllerimize ilaçtın sen. Damarlarımızda kandın, vücudun motoru candın, içimizde besleyip büyüttüğümüz bir bitimsiz heyecandın. Müspet ilimlerin kapısını açan altın anahtardın sen.

‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlardı sözlerin. Altı sene boyunca Almanya’da bir eğitim neferi olarak zamanı kıymetlendirmiştin. Oradaki Türk çocuklarının göz göre göre ellerimizden kayıp yitip gitmesine gönlün razı olmadığı için en güzel yıllarını onlara ayırmıştın. Bizim yaban ellerdeki bahçelerimizi sulamak için mesafeleri bir bir aşmıştın. Bu aydınlık yolda mesafe alabilmek için çocuklarının hasretini bile içine gömmüştün.

Hocaların hocası güzel hocam, seninle tanıdık asırları aşıp günümüze ulaşan eski edebiyatımızı. Gazelleri, kasideleri, rubaileri, senin güzel sunumunla sevdik. Hoca Dehhanî’yle başlayan Divan edebiyatını Şeyh Galip’le sonlandırdık. Eski metinleri bulmaca tadında çözdük. Aruz veznini bir hamur gibi yoğurduk günlerce. Zafer tablolarıyla dolu şanlı tarihimizi ve ciltlere sığdırmakta zorluk çektiğimiz eski kültürümüzü sen sevdirdin bizlere. Korkularımızı yendik verdiğin güvenle. Resmiyetin soğukluğu hiçbir zaman girmedi amfilerimize. Öğretmenden çok dosttun, babaydın, kol kanat geren bir hamiydin sen.

Toprak kokardı, buram buram Anadolu kokardı çatlamış ellerin. Trabzon’un Köprübaşı kazasından çıkmıştın kutlu hayat yolculuğuna. Doğup büyüdüğün topraklara âşıktın. Türkülerimizdeki millî sestin sen. Aç ruhlarımızın gıdasıydın sen. Gönül bahçemizde solmayan güldün; Hakk ve hakikatten gayri yalan yanlış yazmayan kalemimizin siyah incisi, vicdanımızın sesiydin. Düşmana şahin bakışlıydın; dostun bağında bir barış güverciniydin. Tebessümünle beslenirdi yakın dostların. Varlığın ve ağırlığın hissedilirdi hep… Sevgiye açılan el, hakikati terennüm eden dildin. Asırlık Osmanlı çınarında kırılmayan daldın; âşıkların sazında hiç kesilmeyen teldin. Gönül kitabının altın işlemeli kapağıydın.

Nice eğriler senin tezgâhında doğruldu. Sevgisizler senin aşk okyanuslarında sevgiye yelken açtı. Nice hoşgörüsüzler nezaket öğrendi senden. Seni model alan ben, öğretmen olma aşkıyla ve şevkiyle yanıp tutuşuyordum. Ecnebi değerleri boşayıp yerli değerlerle gönül izdivacı yapmaktı arzum. Yabani ağaçlara yerli aşı yapmaktı asıl hedefim. Ayrık otlarını gönül bahçelerinden koparmaya and içmiştim. Sendin hayallerimin ışığı, kutlu yolculuğumda kılavuzumdun sen. Bil ki şimdi ben de senin izinde yürüyen bir aydınlık yolcusuyum.

Saçını süpürge ettin uyuyan bir nesli ayağa kaldırmak için. Böbreklerin bile çalışma tempona ayak uyduramadı. Zor günlerin dostluk örneklerinin en güzelini eşinden gördün. Bir yastığa baş koyduğun hayat arkadaşın böbreğini bile paylaştı seninle. Hayatını borçlu olduğun insan bunu hiç getirmedi dile. Fakat sen yine hep koşturdun, pusularda gafil avlanan bir nesli kurtarmak için. Yorgun vücudun her geçen gün koptu senden. Sınıftı, öğrenciydi, dersti seni hayata bağlayan. Gücünü talebelerin tebessümlerinden aldın hep. Gülen bir yüz yetti emeğinin karşılığını almak için. Okuldan koptuğun gün bittiğin gündü besbelli. İçindeki hüzün harmanı o zaman abandı yüreğine. Fakat hiçbir zaman yalnız kalmadın; okulu eve taşıdın sen. Gayret iltifat ve vefa görmeliydi. ‘Vefalı olan vefalı bulur’ kaidesince sen de vefa gördün hep. Vefa çiçeğini suladın ömrünce. Vefa ağacının leziz meyveleri tattın. Bunu çoktan hak ettin sen.

Serencamımız toprakla vuslattır elbet. Birileri geliyorsa birileri de gidecek. Hayatın kanunu doğum-ölüm üzerine kurulmuştur. Vaktini bilmesek de hepimizin Hakk’la randevusu mutlaktır. Güzel insanlar yağız atlara binip göç ediyor her geçen gün maneviyatı kirlenen dünyamızdan. Öpülecek eller çekiliyor aramızdan. Büyük ruhların boşluğu kolay dolmuyor. Hayatta büyüyenler olduğu gibi küçülenler de oluyor. Büyükler büyüklükleriyle, küçükler küçüklükleriyle iz bırakıyorlar. Birilerine rahmet, birilerine lanet okunuyor. Dünyayı aydınlatanların kabirleri aydınlanırken, dünyayı karartanların da kabirleri kararıyor. Herkes eylemlerinin karşılığını mükâfat veya ceza olarak görüyor. Hak bir şekilde yerini buluyor.

Mehtap, ışığını biraz daha kısıyor geceden. Büyük ruhların göçüşü de büyük oluyor. Kara haber tez duyuluyor her zaman olduğu gibi. Senin Hakk’a vuslatın da büyük oldu sevgili hocam... Hayatta ilk kez üzdün bizleri sen. Hakk’ın divanına yüz sürdün, göç eyledin sen; biz can dostlarına bir elveda bile demeden. Gönül hüzünlenince kalem de coşar elbet. Duygulara kem vurulmaz bu demlerde. İşte ben sustum kalemim konuştu bu hüzün havasında. Dile geldi kelimeler. Senin güzelliğine, ölümünün ruhlarımızda bıraktığı hüzne vurgu yaptı heceler:

“Manevi erzakını doldurmuş çıkınına
Gönüllü asker olmuş ruhların akınına

Ölümüne kalemler, cümle kitap ağladı
Hüzün süvarileri yürekleri dağladı


Terk eyledi fenayı ruh kanatlanıp uçtu
Erken giden yolcuya gök kapısını açtı


Seneler akar durur, özlemin ateş olur
Sevgin büyür gönülde yıldızlara eş olur


Göç etti Ahmet Hilmi dünya denen gurbetten
Ten toprağı öpmeden beden kurtulmaz dertten


Takatin kesilmesin mukaddes seferinde
Hocaların hocası rahat uyu yerinde!...”

Âh hocam, ölümün zamanı olmaz ama sanki biraz erken mi göçtün ne!... Gerçi bütün ölümler erkendir aslında. Hayat her zaman kısadır. Dünya her şeye rağmen yaşanılasıdır. Ölüm ‘keşke’leri çoğaltan hazan ve hüzün mevsimidir. Fakat yine de söylüyorum bir elveda deme fırsatın olsaydı keşke… Son kez bir daha hasret giderebilseydik. Ölüm en büyük derstir biz fanilere. Son dersini böyle vermeseydin keşke… Yine ‘Ben Almanya’dayken…’ diye başlayıp Hindistan’dan çıksaydık keşke… ‘Keşke’leri çok kullandığımın farkındayım elbet. Ne olurdu bu kadar ‘keşke’leri kullandırtmasaydın bize keşke!.... Bizleri bir cami avlusunda değil de yine her zaman olduğu gibi bir amfide toplayıp son dersini verseydin keşke!...

Âh güzel hocam âh!... Ne büyük bir yağmurla göçüp gittin aramızdan. Gökler bile ağladı zamansız ayrılığına. Şemsiyeler bulutların giryelerini tutamadı bile. Rahmet olup taştı gök boşluğundan inen elmas yağmurları. Sana rahmet ve mağfiret dilemek için semaya yöneldi bütün eller… Çok sevdiğin baba topraklarına yol almak üzere tabutunu omuzladı can dostların. Gidişinle bir yanımız eksik kaldı elbet. Boğazlarımızda düğümlendi sözler. Başka ne diyelim ki, “Evvel giden ahbaba selam olsun erenler…” Sözün bittiği bu noktada karmaşık hissiyatıma şair Cahit Sıtkı Tarancı “Sanatkârın Ölümü” adlı şiiriyle tercüman oldu:

“Gitti gelmez bahar yeli,

Şarkılar yarıda kaldı.

Bütün bahçeler kilitli,

Anahtar Tanrı’da kaldı.


Geldi çattı en son ölmek,

Ne bir yemiş ne bir çiçek.

Yanıyor güneşte petek,

Bütün bal arıda kaldı.”

Bu Kalem Bu Yazıyı Çekmez Hocam!...

-Ahmet Hilmi İmamoğlu’nun aziz hatırasına-

Bu kalem bu yazıyı çekmez hocam. Çünkü içim çok buruk. Ama dünyadan içinin burkulduğunu söyleyen de, dünyadan geçebilen de, dünya sözcükleriyle konuşmak mecburiyetinde şunun şurasında. Şimdi artık ne düşerse elem çeken kalemin nasibine.


Diyelim ki, er kişi niyetine.Ancak o kadar dayanabilmiş. Mayısın son günü, yani akademik takvimlerde ders kesimi, artık o da paydos demiş. Bir telin kopup da ahengin ebediyen kesileceği ana kadar derslerini aksatmamış. Hasta yatağında da hocaymış yani. Hem de öyle bir hocaymış ki koca çınarlara dönmüş öğrencilerine bile hâlâ öğreteceği dersler, belleteceği bilgiler varmış. Üstelik hiç de kitabî değilmiş bu bilgiler. Yazıldıkları kâğıt doğrudan hayatın sayfasıymış.


Örnek mi? Sıcak mı sıcak bir mayıs gününde eşiğinde bir an durduğum Çapa Tıp Fakültesi, Nefroloji Servisi, ah, 506 numaralı oda. Ve bunca yıllık bir ömrün yaşayanı olan bu ben, öğrenciniz olmamış öğrencinize bile verdiğiniz son ders hani. Hani ziyaretçileriniz ne kadar çokmuş. Kimler kimler aramış sizi, kimler kimler sormuş. Boşluğunuzu kimler hissetmiş. Hani dediydim ya, güzel hocam ne çok seveniniz var. Bu gidişle cumhurbaşkanı da ziyaret eder sizi yakında. Gülmüştünüz. “Ben bu sevgileri rastlantı elde etmedim.” demiştiniz.


Kendisinden bir Ahmet Hilmi İmamoğlu gelip geçtiğini Nefroloji Servisi 506 numaralı oda bilir mi? Bilmem. Ama benim bu dersi unutmam artık imkânsız. Lâkin öyle bir gittiniz ki telâfi haftasına yetişemedik. Gidin bakalım. Bizim için bu dersin telâfisi yok hocam. Geriye sadece alelacele tuttuğumuz notlar kaldı. Bilseydik böyle olacağını hiç derslerden kaçar mıydık?


Trabzon’da haziran böyle bir gün görmedi. Sonbahar serinlikleri indirdiniz üzerimize, ak kefeninizi baştan ayağa sırılsıklam eden yağmurların refakatinde. Hani siz İtalya’dayken. Hani siz Almanya’dayken. Ve hani siz Hindistan’dayken. Ah güzel hocam, mutlaka ama mutlaka bir öğrencinizle karşılaşırdınız ya o geniş coğrafyanız üzerinde. İşte bu gün de o kadar kalabalıktık işte.


Kadri, seng-i musallada bilinenlerden değildiniz. Asla! Sizden öğrenmedik mi öğrenci nasıl benimsenirmiş, insan olana nasıl benim denirmiş. Sevgi, evet, nasıl rastlantı değilmiş.Herkes bir şeyini kaybetti. Büyük boşluk. Ancak kendisi ile dolabilir. Ama aramıza bir şey girmiş bundan sonra. Bizi ayıran bir çizgi. Siz artık bir adım öndeymişsiniz. Ama ölümün kelimesi varmış da aramızda, hayatın kendisi hayal olurken ölüm bile yalanmış. Ölümünüz bile öyle güzel işte. Kasvetsiz. Tebessümlü. Dilim “şenlikli” demeye varmıyor ama şeb-i arus. Düğün gecesi. Bu en uygun tamlama. Herkesi bir araya toplamışsınız. Bir an için de olsa herkesi tamlığınızla tamlamışsınız.


Fakat sahi. Bu ne duygu bendeki? Sanki. Tam da bu gece. 2 Haziran 2008. Veya yarın sabah. Bir yerlerden çıkıverecekmişsiniz. Eğitim. C blok. 4. kat. Merdivenleri tırmanırken. Karşılaşıverecekmişiz. Hiçbir şey olmamış gibi. Diğer yandan bütün bu yaşananlar da yaşanmış gibi. Ve zamanın üstündeki bir zamansızlıkta siz bizimle bu günün teatisini yapıverecekmişsiniz, “Hani o gün” diye başlayan cümlelerle. Ah hocam, diyecekmişim ben de size. Ne kadar güzel bir yağmur yağdırdınız o gün üzerimize.


Hocaların hocası, ah güzel hocam. Ölümün gailesi insanı hayatla yüz yüze getirmesi. Size dair her ânımızı, her ayrıntımızı bir kıymete dönüştürmesi. Ama kuşkusuz sadece bir hatıraya dönüşmeyeceksiniz. Biliyorum ki hiçbir şey sadece kâğıt üzerinde kalmayacak ve sizden geriye güzel bir isim kalacak. Pâk ömrünüz boyunca çevreniz sadece hocası, arkadaşı olduğunuz bakanlarla, milletvekilleriyle, daha bilmem hangi yüksek statüden insanlarla değil, hayatın sillesini yemiş garibanlarla da çevriliydi çünkü. Ve siz onlara, o gariplere kendilerini davetin en önemli misafiri gibi hissettirmeyi bilirdiniz. Ve bu bir kelime bilgisi değildi sizde. Öyle hissederdiniz. Yani “gibi” edatı fazladır bu cümlede.


Her beden fâni. Ama kıymetler bâkî. Bunu bilirdiniz. Şimdi burada olsanız. Şurada otursanız. Kalem tutmaya alışkın zarif ellerinizi ah, fistül hatırasını daima taşıyan bileklerinden kıvırarak, avuç içlerinizi bize gösterip göklere açarak. Bu sırrın kelâmına, bu hikmetin tercümesine denk düşen Farsça bir beyti de bir yerlerden hatırlayıp söyleyiverirdiniz elbette, şerhini de düşerek. İhtimal babanızın metrukesi bir derkenardan devşirilmiş olurdu bu beyit. Fakat sizi eşraftan babanızın, atanızın, evlâdınızın; sadece Trabzon değil tümüyle Türkiye ketebesine armağan onlarca sima yetiştirmiş ulema ailenizin geleneği içinde yorumlarken bile. Öyle bir sima var ki, misal-i Meryem. Karanlık gökte parıldayan yıldızlar gibi. Üzerimize dökülen simlerinden sîminlerinden nasiplenebilsek biraz.


Demem o ki hocam, sizden söz edip de o güzel kadından söz etmemek olmaz. Yoksa ciddi ciddi “eksik” kalırsınız.* Deyimde değil ciddiyette tam kırk yıllık hayat arkadaşınız, dert-daşınız, çare-daşınız. Bir yanıyla Dostoyevski romanlarındaki çilekeş ve fedakâr kahramanlara ama daha çok yanıyla Türk destanlarına ya da en iyisi Dede Korkut’a, “Deli Dumrul”a sığdırabildiğim, sizinle birlikte sadece “bir parçası” değil çok parçası da toprağa giren Naciye Hanım’dan söz ediyorum elbet. Belki de Türkçedeki –daş eki şu günlerde en çok sizinle, siz ikinizle anlam kazanıyor.


Ama güzel hocam. Ben de 21 yıllık mesai arkadaşımı, meslek-daşımı yitirdim. Yerine göre ağabeyim, kardeşim, yerine göre babam, bazen de evlâdım olan birini. Benim de duygularımı kabul buyurun lütfen. Beni de eksik etmeyin, dünyaya dair bir hatıra kalıyorsa oralarda belleğinizde, o defterinizden. Sizin hatıralarınız ukbâda da çoktur muhakkak. Ve şimdi zamanınız geniştir. Ama Karadeniz’in gözleri sizi, ona bakarak ibadet ettiğinizi bir kez daha görmeyecekmiş. Onu dinleyerek sessizce çektiğiniz çileye eşlik edemeyecekmiş pencereniz önündeki kavak ağacının titreşen yaprakları. Eğitim’in meşhur rampasından gâhî yürüyerek gâhî direksiyon başında bir daha geçmeyecekmişsiniz. Varsın olsun. Değil mi ki güzel hocam, yaradılış gayenize uygun yaşadığınıza pencerenizin önündeki kavak ağacının yaprakları tanık, sadece Fen-Edebiyat’ın değil Eğitim’in de dağa-denize bakan bütün sınıfları tanık. Tahta sıralarda oturup kalkan öğrenciler. Girdiğiniz son ders, anlattığınız son konu, kulak vererek bulduğunuz son aruz kalıbı. Tahtalarda kalakalmış yazınız, hüsn-i hattınız tanık. Öğrenci kantinlerine hüzünle inen Ramazan akşamları. Evinizin, öğrencileri de kucaklayacak kadar bereketli kurulmuş iftar sofraları tanık.


Bugün, sırtımızdan çıkarıp da tabutunuzun üzerine serivereceğimiz bir kaftanımız yoktu elbet. Bizler, padişah değildik çünkü. Ama bütün makyajlardan arındırılmış en sade yüzlerimizle eğildiğimiz mezar toprağınızdan üzerimize sıçrayan çamurla onurlandık. İşte bizi onurlandıran o çamur tanık. Karıncaları incitmediğinize. Ama direnmenin yeri geldiğinde direndiğinize. Karıncalar tanık, yer tanık.Tanıklığımın bir kıymeti varsa eğer. Şu aciz beden. Yani ben. Tanık. Ben kapsamına alabileceğim kim varsa, yani kimlerle biz olabildiysem ben. Biz sizden razıyız hocam. Allah da razı olsun sizden.


Bu kalem bu yazıyı çekmez, demiştim ya başlarken. Doğruymuş. Çeken de kalem değil zaten. Kâğıtsa, kâğıt işte. Nasılsa üzerine her yazılanı çeker, her şeye katlanır. Ve söz aramızda hocam, bir zamansızlık zamanında bu yazıyı okuyacağınızdan emin olmasaydım tek satır yazamazdım. Ve sizin için yazdığım ilk ve tek yazının da bu olmasına dayanamazdım.


* Ahmet Hilmi İmamoğlu on iki yıldır eşi Naciye Hanım’dan yapılan böbrek nakliyle tutunmuştu hayata.


Nazan Bekiroğlu