
Bu kalem bu yazıyı çekmez hocam. Çünkü içim çok buruk. Ama dünyadan içinin burkulduğunu söyleyen de, dünyadan geçebilen de, dünya sözcükleriyle konuşmak mecburiyetinde şunun şurasında. Şimdi artık ne düşerse elem çeken kalemin nasibine.
Diyelim ki, er kişi niyetine.Ancak o kadar dayanabilmiş. Mayısın son günü, yani akademik takvimlerde ders kesimi, artık o da paydos demiş. Bir telin kopup da ahengin ebediyen kesileceği ana kadar derslerini aksatmamış. Hasta yatağında da hocaymış yani. Hem de öyle bir hocaymış ki koca çınarlara dönmüş öğrencilerine bile hâlâ öğreteceği dersler, belleteceği bilgiler varmış. Üstelik hiç de kitabî değilmiş bu bilgiler. Yazıldıkları kâğıt doğrudan hayatın sayfasıymış.
Örnek mi? Sıcak mı sıcak bir mayıs gününde eşiğinde bir an durduğum Çapa Tıp Fakültesi, Nefroloji Servisi, ah, 506 numaralı oda. Ve bunca yıllık bir ömrün yaşayanı olan bu ben, öğrenciniz olmamış öğrencinize bile verdiğiniz son ders hani. Hani ziyaretçileriniz ne kadar çokmuş. Kimler kimler aramış sizi, kimler kimler sormuş. Boşluğunuzu kimler hissetmiş. Hani dediydim ya, güzel hocam ne çok seveniniz var. Bu gidişle cumhurbaşkanı da ziyaret eder sizi yakında. Gülmüştünüz. “Ben bu sevgileri rastlantı elde etmedim.” demiştiniz.
Kendisinden bir Ahmet Hilmi İmamoğlu gelip geçtiğini Nefroloji Servisi 506 numaralı oda bilir mi? Bilmem. Ama benim bu dersi unutmam artık imkânsız. Lâkin öyle bir gittiniz ki telâfi haftasına yetişemedik. Gidin bakalım. Bizim için bu dersin telâfisi yok hocam. Geriye sadece alelacele tuttuğumuz notlar kaldı. Bilseydik böyle olacağını hiç derslerden kaçar mıydık?
Trabzon’da haziran böyle bir gün görmedi. Sonbahar serinlikleri indirdiniz üzerimize, ak kefeninizi baştan ayağa sırılsıklam eden yağmurların refakatinde. Hani siz İtalya’dayken. Hani siz Almanya’dayken. Ve hani siz Hindistan’dayken. Ah güzel hocam, mutlaka ama mutlaka bir öğrencinizle karşılaşırdınız ya o geniş coğrafyanız üzerinde. İşte bu gün de o kadar kalabalıktık işte.
Kadri, seng-i musallada bilinenlerden değildiniz. Asla! Sizden öğrenmedik mi öğrenci nasıl benimsenirmiş, insan olana nasıl benim denirmiş. Sevgi, evet, nasıl rastlantı değilmiş.Herkes bir şeyini kaybetti. Büyük boşluk. Ancak kendisi ile dolabilir. Ama aramıza bir şey girmiş bundan sonra. Bizi ayıran bir çizgi. Siz artık bir adım öndeymişsiniz. Ama ölümün kelimesi varmış da aramızda, hayatın kendisi hayal olurken ölüm bile yalanmış. Ölümünüz bile öyle güzel işte. Kasvetsiz. Tebessümlü. Dilim “şenlikli” demeye varmıyor ama şeb-i arus. Düğün gecesi. Bu en uygun tamlama. Herkesi bir araya toplamışsınız. Bir an için de olsa herkesi tamlığınızla tamlamışsınız.
Fakat sahi. Bu ne duygu bendeki? Sanki. Tam da bu gece. 2 Haziran 2008. Veya yarın sabah. Bir yerlerden çıkıverecekmişsiniz. Eğitim. C blok. 4. kat. Merdivenleri tırmanırken. Karşılaşıverecekmişiz. Hiçbir şey olmamış gibi. Diğer yandan bütün bu yaşananlar da yaşanmış gibi. Ve zamanın üstündeki bir zamansızlıkta siz bizimle bu günün teatisini yapıverecekmişsiniz, “Hani o gün” diye başlayan cümlelerle. Ah hocam, diyecekmişim ben de size. Ne kadar güzel bir yağmur yağdırdınız o gün üzerimize.
Hocaların hocası, ah güzel hocam. Ölümün gailesi insanı hayatla yüz yüze getirmesi. Size dair her ânımızı, her ayrıntımızı bir kıymete dönüştürmesi. Ama kuşkusuz sadece bir hatıraya dönüşmeyeceksiniz. Biliyorum ki hiçbir şey sadece kâğıt üzerinde kalmayacak ve sizden geriye güzel bir isim kalacak. Pâk ömrünüz boyunca çevreniz sadece hocası, arkadaşı olduğunuz bakanlarla, milletvekilleriyle, daha bilmem hangi yüksek statüden insanlarla değil, hayatın sillesini yemiş garibanlarla da çevriliydi çünkü. Ve siz onlara, o gariplere kendilerini davetin en önemli misafiri gibi hissettirmeyi bilirdiniz. Ve bu bir kelime bilgisi değildi sizde. Öyle hissederdiniz. Yani “gibi” edatı fazladır bu cümlede.
Her beden fâni. Ama kıymetler bâkî. Bunu bilirdiniz. Şimdi burada olsanız. Şurada otursanız. Kalem tutmaya alışkın zarif ellerinizi ah, fistül hatırasını daima taşıyan bileklerinden kıvırarak, avuç içlerinizi bize gösterip göklere açarak. Bu sırrın kelâmına, bu hikmetin tercümesine denk düşen Farsça bir beyti de bir yerlerden hatırlayıp söyleyiverirdiniz elbette, şerhini de düşerek. İhtimal babanızın metrukesi bir derkenardan devşirilmiş olurdu bu beyit. Fakat sizi eşraftan babanızın, atanızın, evlâdınızın; sadece Trabzon değil tümüyle Türkiye ketebesine armağan onlarca sima yetiştirmiş ulema ailenizin geleneği içinde yorumlarken bile. Öyle bir sima var ki, misal-i Meryem. Karanlık gökte parıldayan yıldızlar gibi. Üzerimize dökülen simlerinden sîminlerinden nasiplenebilsek biraz.
Demem o ki hocam, sizden söz edip de o güzel kadından söz etmemek olmaz. Yoksa ciddi ciddi “eksik” kalırsınız.* Deyimde değil ciddiyette tam kırk yıllık hayat arkadaşınız, dert-daşınız, çare-daşınız. Bir yanıyla Dostoyevski romanlarındaki çilekeş ve fedakâr kahramanlara ama daha çok yanıyla Türk destanlarına ya da en iyisi Dede Korkut’a, “Deli Dumrul”a sığdırabildiğim, sizinle birlikte sadece “bir parçası” değil çok parçası da toprağa giren Naciye Hanım’dan söz ediyorum elbet. Belki de Türkçedeki –daş eki şu günlerde en çok sizinle, siz ikinizle anlam kazanıyor.
Ama güzel hocam. Ben de 21 yıllık mesai arkadaşımı, meslek-daşımı yitirdim. Yerine göre ağabeyim, kardeşim, yerine göre babam, bazen de evlâdım olan birini. Benim de duygularımı kabul buyurun lütfen. Beni de eksik etmeyin, dünyaya dair bir hatıra kalıyorsa oralarda belleğinizde, o defterinizden. Sizin hatıralarınız ukbâda da çoktur muhakkak. Ve şimdi zamanınız geniştir. Ama Karadeniz’in gözleri sizi, ona bakarak ibadet ettiğinizi bir kez daha görmeyecekmiş. Onu dinleyerek sessizce çektiğiniz çileye eşlik edemeyecekmiş pencereniz önündeki kavak ağacının titreşen yaprakları. Eğitim’in meşhur rampasından gâhî yürüyerek gâhî direksiyon başında bir daha geçmeyecekmişsiniz. Varsın olsun. Değil mi ki güzel hocam, yaradılış gayenize uygun yaşadığınıza pencerenizin önündeki kavak ağacının yaprakları tanık, sadece Fen-Edebiyat’ın değil Eğitim’in de dağa-denize bakan bütün sınıfları tanık. Tahta sıralarda oturup kalkan öğrenciler. Girdiğiniz son ders, anlattığınız son konu, kulak vererek bulduğunuz son aruz kalıbı. Tahtalarda kalakalmış yazınız, hüsn-i hattınız tanık. Öğrenci kantinlerine hüzünle inen Ramazan akşamları. Evinizin, öğrencileri de kucaklayacak kadar bereketli kurulmuş iftar sofraları tanık.
Bugün, sırtımızdan çıkarıp da tabutunuzun üzerine serivereceğimiz bir kaftanımız yoktu elbet. Bizler, padişah değildik çünkü. Ama bütün makyajlardan arındırılmış en sade yüzlerimizle eğildiğimiz mezar toprağınızdan üzerimize sıçrayan çamurla onurlandık. İşte bizi onurlandıran o çamur tanık. Karıncaları incitmediğinize. Ama direnmenin yeri geldiğinde direndiğinize. Karıncalar tanık, yer tanık.Tanıklığımın bir kıymeti varsa eğer. Şu aciz beden. Yani ben. Tanık. Ben kapsamına alabileceğim kim varsa, yani kimlerle biz olabildiysem ben. Biz sizden razıyız hocam. Allah da razı olsun sizden.
Bu kalem bu yazıyı çekmez, demiştim ya başlarken. Doğruymuş. Çeken de kalem değil zaten. Kâğıtsa, kâğıt işte. Nasılsa üzerine her yazılanı çeker, her şeye katlanır. Ve söz aramızda hocam, bir zamansızlık zamanında bu yazıyı okuyacağınızdan emin olmasaydım tek satır yazamazdım. Ve sizin için yazdığım ilk ve tek yazının da bu olmasına dayanamazdım.
* Ahmet Hilmi İmamoğlu on iki yıldır eşi Naciye Hanım’dan yapılan böbrek nakliyle tutunmuştu hayata.
Nazan Bekiroğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder